Bir ülkede yollar, köprüler, binalar yükselirken sesler alçalıyorsa, orada bir şeyler eksik demektir. Türkiye’de son yıllarda teknolojik yatırımlar, dijitalleşme adımları ve iletişim olanaklarındaki artış her ne kadar “gelişim” olarak sunulsa da, aynı anda başka bir gelişme daha yaşanıyor: Toplumun yavaş yavaş susmaya alışması.
Bugün artık fikir söylemek lüks, eleştiri yapmak risk, sessiz kalmak ise yaygın bir refleks haline gelmiş durumda. Her birey, bir konuyu dile getirmeden önce defalarca düşünüyor: “Beni kim izliyor?”, “Bu paylaşım başıma iş açar mı?”, “Acaba bu söz yanlış anlaşılır mı?” Bu soruların artması bir özgürlük sorunudur. Çünkü gerçek demokrasilerde düşünceyi paylaşmak korkuya değil, hak bilincine dayanır.
Sosyal medyada yüz binlerce insan var, ancak konuşanların sayısı giderek azalıyor. Paylaşımlar daha temkinli, yorumlar daha yüzeysel. Eleştirinin yerini sessizlik alıyor. Algoritmalar hangi içeriklerin öne çıkacağını, neyin görünür neyin görünmez olacağını belirliyor. Ve bu görünmez denetim mekanizması, yalnızca teknolojik değil; ideolojik bir süzgeç işlevi görüyor.
Eğitim sistemimize baktığımızda da farklı bir tablo görmüyoruz. Okullarda hala ezber ön planda, sorgulama geri planda. Öğrenciler özgür bireyler olarak değil, sınav sistemine uygun bireyler olarak yetiştiriliyor. Bu da düşünce üretmeyen, eleştiri kültüründen uzak, edilgen bireyler yaratıyor. Üniversiteler bilim üretme merkezi olmaktan uzaklaşıyor; düşüncenin değil, itaate yakınlığın ödüllendirildiği bir yapıya evriliyor.
Medya ise dördüncü kuvvet olmaktan çıkıp, belirli merkezlerin sesi haline gelmiş durumda. Ana akım medya, halkı bilgilendirmektense, toplumu yönlendirme görevini üstlenmiş görünüyor. Bağımsız gazetecilik ağır baskı altında. İnternet haberciliği sansürleniyor. Erişim engelleri artık olağan hale geldi. Gazeteciler, köşe yazarları, akademisyenler ya işlerini kaybetmekten ya da hukuki yaptırımlardan çekiniyor. Ve bu korku, halkın bilgiye ulaşma hakkını doğrudan engelliyor.
Hukuki alanda da durum iç açıcı değil. İfade özgürlüğü anayasal güvence altındaymış gibi görünse de, pratikte birçok insan yalnızca bir cümle nedeniyle gözaltına alınabiliyor. Hak aramak giderek zorlaşıyor. İtiraz eden, sorgulayan, hakkını arayan bireyler susturulmaya çalışılıyor. Bu sadece bireysel hakların değil, toplumsal vicdanın da bastırılması anlamına geliyor.
Bu ortamda en çok zarar gören ise halkın kendisi. Çiftçi geçinemediğini söyleyemiyor, emekli dert yanamıyor, işsiz konuşamıyor. Çünkü herkesin üstünde görünmeyen bir baskı var: “Susarsan kurtulursun.” Oysa susarak hiçbir toplum kurtulmaz, sadece daha fazla kaybeder.
Unutulmamalıdır ki, düşünce ifade edilmediğinde yok olur. Eleştirinin olmadığı yerde ilerleme durur. Toplum, farklı seslerle büyür, benzer düşüncelerle değil.
Türkiye’nin kalkınması yalnızca inşa edilen binalarla değil, özgürce konuşan bireylerin çoğalmasıyla mümkündür. Ve bu hak, yalnızca belirli bir kesime değil, bu ülkenin her bireyine aittir.
Eğer bugün susarsak, yarın yalnızca ne konuşacağımıza değil, ne düşüneceğimize de başkaları karar verecek.