Faruk YİĞENOĞLU


KENDİMİZ OLABİLMEK

Birileri kendi olmak derdine düşerken birileri neden birilenin üstünden prim yaparak bir yerlere gelmeye çalışır ki!! Kendimiz olmak zor mu bu kadar? 


Bu zaman da yaptıklarımızla bir yerlere aidiyet duygusu önemlidir herkesin yöneldiği bir yön vardır kendi seçtiği kendisine yakın gördüğü bunu seçerken de seçtikleri kişilerin yaptıkları işlere göre yer alırlar.Ama bunu yaparken kendi seçimlerimizi,beğenilerimizi, yorumlarımızı rahat yapıp öz kişiliğimizi kendimiz oluşturmalıyız. Özenmeye hiç gerek yoktur.Bir yerlere gelmek için illa parazit gibi mi yaşamak lazım. Ordan oraya sürüklenmeye ya da durduğun yer de körü körüne bağlanarak savunmanın bir anlamı yok. Kendimiz olup açarsak ellerimizi Allah’a biz kendimiz şekileriniz kendi benliğimizde.Peygamber Efendimiz (sav) bir hadis-i şerifinde:
Allah (cc) nefse sorar; sen kimsin, ben kimim?
Nefis; “ene ene, ente ente; sen sensin, ben benim” der. Keyfiyeti Allah (cc) tarafınca bilinen bir süre, ateşle terbiye görür. Sonra Rab yine sorar, cevap değişmez.
Bu defalarca tekrarlanır, her defasında cevap aynıdır;
Nefis;  “Sen sensin, ben benim” der.
Ateşle terbiyede sıratı müstakime girmemekte direnen nefisi, Rab bu defa açlık imtihanına sokar. Soru yinelenir; sen kimsin ben kimim?
Rabbi karşısında durduğu yeri ve duruş şeklini bilemeyen nefis, asıl şekline dönmüştür.
“Ya Rab ben aciz, fakir bir kulunum, sen benim Rabbimsin.”

Nefis Rabbini tanımak istemiyor; firavunana kendine rububiyet istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fakrını gösterir, abd olduğunu bildirir.Nefis terbiyesinde, nefsin başını eğen ve inat damarını kıran reçete oruçtur. İçinde bulunduğumuz Rahmetin ziyadeleştiği bu aylarda, Ramazan-ı Şerife, nefsi, ruhu, bedeni, aklı hazırlamanın mevsimine girdik. Ömür diliminde çok şükür ki bir kez daha ulaşmayı nasip buyurdu Cenab-ı Allah.Şimdi dönüp nefsimizin durduğu yere bir bakma zamanı. Sen kimsin, nesin, bu dünyada necisin? demenin en elzem olduğu mevsime girdik. Aslında bu soruları her daim sormalı kişi kendine, lakin şimdilerde sorulmasına, sorgulanmasına, nefsin duruşuna verilen mükafatların/mücazatların katlandığı zamandayız.Dikkat edelim ve biz kendimiz olmaktan dışarı çıkmayalım.

Kötü giden bu günlerde Allahım yar ve yardımcımız olsun.Bizim bir tek sığınağımız var o da Allah’u tealadır. Sözlerime Nasrettin Hocanın bir fıkrasıyla bitiriyorum. Nasreddin Hoca, bir gün tanımadığı bir yerde düğüne gider. Davetsiz misafir ya, kılık kıyafeti düzgün ve iyi olmadığı için itibar ve iltifat görmez, kapıdan geri çevrilir. Hoca, bu duruma çok bozulur. Hemen evine gider, gösterişli libasını ve kürkünü üstüne geçirir tekrar düğüne gider. Bu sefer itibar ve iltifatın sınırı yoktur. Başköşeye oturtulur. Yemekler gelince sofraya buyur edilir. Hoca sofranın başına kürkünü yerleştirip, “Ye kürküm ye. Bu iltifat ve ikram bana değil, sanadır.” der. Ders alana çok bile...
 
Kılığın yerinde mi ye kürküm ye Sarığın yerinde mi ye kürküm ye
Ahlak, karakter neymiş, hak getire Yeni kürkü giyince mi ye kürküm ye.

İşte böyle, insanın kişiliğine, kültürüne, bilgisine değil de dış görünüşüne değer verilen durumlar için kullanılır bu deyim. Her devirde itibar paraya, pula ve çuladır. Asıl olan insanın özü güzel, sözü güzel, çulu da güzelse amenna! Böylelerini arayıp bulmak çok zor. Sinoplu Diyojen'in gündüz fenerle insan aramasına benzer bu.
Bugün itibar, üstündeki çula, altındaki arabaya, sahip olduğun gelip geçici unvan ve makamadır.

Saygılarımla